Sonsuza Dek Sürecek Bizim Aşkımız Biz Galatasaraylıyız!

Sonsuza Dek Sürecek Bizim Aşkımız Biz Galatasaraylıyız!

16 Ocak 2014 Perşembe

İktidar Savaşı

Son günlerde ülke olarak son derce sancılı bir süreçten geçiyoruz malumunuz. Türkiye daha önce de bu tarz travmalar yaşamış olsa da ilk defa bu denli büyük çapta ve bu denli hızlı bir olay yaşadı, yaşamakta. Hızdan kastım olayların peşi sıra gerçekleşmesi. 17 Aralık 2013 günü ile şu an arasında Türkiye tarihinin rahatlıkla 5 yılına yayılabilecek kadar fazla olay yaşandı. Olaylar öyle bir hal aldı ki 17 Aralık’ta ne olduğunu bile unutmak üzereyiz. Bir anda 87 milyar € yolsuzluğu gündemden düştü, konuşulmaz oldu. Ses kayıtları, paralel devlet, emniyetteki görev değişimleri, HSYK, hizmet hareketi, dershaneler vs. derken şu anda tam bir çıkmazda Türkiye…

Hikayenin en başına dönelim, 2002 Türkiye;
Türkiye, 97 yılında Refah-Yol hükumetinin 28 Şubat süreciyle devrilmesinin ardından gelecek 5 yıl boyunca hep bu olayın sancısını yaşadı. 2001 yılındaki büyük ekonomik kriz ve halkın biriken tepkisi yeni bir yüze ihtiyaç duymuştu. Hatırlayacaksınız siyasi hayatımıza bir dönem ekonomiyi kurtarması için Amerika’dan ithal bakan getirilmişti (Kemal Derviş).  Halk o kadar bunamış olacaktı ki o dönemler bir çocuk olarak süper kahraman olarak görmüştüm Kemal Derviş’i. Çünkü o şekilde yansıtılıyordu çevreden. Daha sonraları durumun Kemal Derviş’lik olmadığı da ortaya çıktı ve kendisi de ufak bir siyasi parti deneyiminden sonra ortalardan kaybolup gitti.

Susurluk skandalı ve ardından gelen “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemleri, 28 Şubat mağduriyeti, Refah Partisi’nin kapatılması, büyük ekonomik kriz vs. vs. Anlayacağınız ülke tıpkı bugünlerde olduğu gibi çok sancılı bir 5 yıl geçirmiş ve DSP-MHP-ANAP koalisyonu iktidarlarının 3. yılında erken seçime gitmek zorunda kalmışlardı.

İşte bu ortamda yeni bir akım meydana geldi. Ilımlı İslam! Ne şiş yansın ne kebap sözünün siyasi akıma dönüş hali gibi bir şey oldu benim gözümde her zaman bu akım. Bu akımın öncülüğünü bizim “Cemaat” diye adlandırdığımız ama son dönemde kendilerine verdikleri adla “Hizmet Hareketi” ve bu hareketin başında olan Fettullah Gülen üstleniyordu.

Fettullah Gülen 28 Şubat sürecinde ülkede yaşanan çalkantılardan ötürü Amerika’ya kaçmış -ki bana göre Amerika onu merkeze çekmiştir – ve bu olaydan sonra da bir daha Türkiye’ye dönmemiş bir kanaat önderi hepimizin bildiği üzere. Türkiye’deki yaşanan krizden en çok faydayı da yine kendisi çıkarmış ve bugünlere kadar gelebilmiş bir kişi…

Ve evet o an geldi! “Bunlar hep Amerika’nın oyunu abi ya!”
Amerika’nın 11 Eylül saldırılarıyla birlikte değişen Ortadoğu planında istenmeyen bazı unsurların temizlenmesi ve plana uygun hale getirilmesi elzemdi. Bu ülkelerden birisi de yine aslında kendi ürünleri olan devrik lider Saddam Hüseyin’li  Irak’tı. Irak’ta savaş yoluyla yapmak zorunda kaldıkları değişimi Türkiye’nin mevcut siyasi kargaşası içinde yapması hiç de zor olmadı Amerika için…

Fettullah Gülen ve hareketinin ılımlı İslam modeli hem Türkiye Cumhuriyeti için hem de bölge ülkeleri için bir rol model olacak, bu sayede İsrail üzerindeki baskı da azaltılmış olacaktı ki AKP, iktidarının uzunca bir bölümünde İsrail ile ilişkilerin gayet iyi olduğu da bilinen bir gerçektir. 2002’de erken seçime gidilmesiyle birlikte eşi benzeri olmamış bir şekilde 2-3 ayda apar-topar bir parti kuruldu. Adalet ve Kalkınma Partisi!

Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Mehmet Ali Şahin, Abdullatif Şener gibi Refah uzantısı Fazilet Partisi’nin dışında kalmış olan yenilikçiler, Amerika ve onun güdümünde olan Gülen Hareketi’nin desteğiyle partileşmiş ve ilk girdikleri seçimle de tek başlarına iktidarı elde etmişlerdir.
Hatırlayanlar olacaktır Erdoğan’ın o zamanlar çok ses getiren hatta seçimi getiren bir sözü çok konuşulmuştu: “Milli Görüş gömleğimizi çıkardık!”
Gerçekten de öyleydi çünkü öyle olması gerekiyordu. Refah ve Fazilet Partilerinin kapatıldığı bir konjonktürde yine aynı söylemlerle ortaya çıkmış olsalardı kendilerinin de akıbetlerinin diğer iki partiden farksız olmayacaktı elbette…

Ee gömleği çıkarınca yeni bir şey giymek elzem oldu haliyle. İşte karşınızda Cemaat – AKP işbirliği! Parti, ılımlı İslam politikasını benimseyerek kuruluş aşamasında ve daha sonraları pek çok siyasi kesimden siyasi karakteri bünyesine dahil etti. Bu söylemler ve bu tavırlar 28 Şubat sürecinin mimarlarını da ikna etmek açısından önemli bir yer arz ediyordu. Nitekim Devlet’in sahibi onlar, talibi ise kendileriydi ve onlarla iyi geçinmek zorundaydılar. En azından köprüyü geçene kadar!

2002 – 2007 AKP iktidarı ve devletleşme süreci;
Yüzde 10 seçim barajının da yardımıyla 3 Kasım 2002 seçiminden tek başına iktidar olarak çıkan AKP ve destekçisi cemaat devlet içerisinde kadrolaşmaya başladılar. Bunu da devletin sahipleri olan statükoya belli etmeden uzunca bir dönem gerçekleştirebildiler doğrusu. Bu 5 yıllık süreç Türkiye’nin en huzurlu olduğu dönemlerinden birisi olabilir.

2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi: Statükoya karşı kılıçlar çekiliyor!
Ahmet Necdet Sezer’in görev süresini tamamlamasının ardından ülkede “yeni cumhurbaşkanı kim olacak?” sorusu günlerce sorulmuştu. Recep Tayyip Erdoğan’ın ismi çokça geçmiş olsa da statüko bu duruma şiddetle karşı çıkmıştı. Bu durum halk tabanına da yansımış ve meşhur Cumhuriyet mitingleri düzenlenmişti. İşte bu algının biraz da olsa kırılması adına 24 Nisan 2007’de Recep Tayyip Erdoğan’a göre daha iyi imajı olan, daha ılımlı bir yapıya sahip olan Abdullah Gül aday olarak açıklanmıştı.

27 Nisan 2007 E-Muhtıra!
Başbakanlık kurumuna bağlı olan fakat genlerinde darbe yapmak olan Genel Kurmay Başkanlığı Cumhurbaşkanlığı koltuğuna milli görüş geleneğinden birinin geçmesini kati suretle istememiş ve hazırladığı bir bildiriyi internet sitesinde paylaşarak Türkiye’yi hareketli bir sabaha uyandırmıştı.  İşte bu bildiri ile birlikte Cemaat ve AKP tam bir işbirliği sağlamışlardır. Mağdur edebiyatı süreç artık başlıyordu.

12 Haziran 2007’de daha sonraları Ergenekon davasının başlangıç noktası olacak bir gelişme yaşandı. AKP ve Cemaat statükoya karşı ilk hamlesini yapmış ve Ümraniye’de bir gecekonduya düzenlenen operasyonda bazı mühimmatlar ele geçirildi.

14 Mart 2008’de AKP kapatılma davası başladı.
Statüko elindeki en büyük kozu oynamış ve AKP’ye laiklik karşıtı olduğu gerekçesiyle kapatma davası açmıştır. Dava sonucunda AKP’nin hazine yardımlar ½ oranında kesildi. Bu hamleyi de atlatabilen AKP ve artık kadrolaşmasını neredeyse bitirmiş olan Cemaat eski devlet sistemine neredeyse bir kıyım yaptı. Ardı arkasına gelen Ergenekon, Balyoz, İnternet Andıcı gibi davalar ile daha önce dokunulması hayal bile edilemeyen kişiler birer birer cezaevine girmiş, böylece AKP açısından en büyük tehlike ortadan kaldırılmış oldu.

Bu arada kişisel olarak bu davaların açılmasına karşı değildim. En kötü yönetimin bile askeri yönetimden iyi olacağına inanıyorum. Ancak gerek E- muhtıra gerekse Ergenekon davasında geçen darbe planlarının gerekçeleri son derece haklı gerekçelerdi. AKP kesinlikle laiklik karşıtı bir politika izliyordu. Üstelik darbe anayasalarından gelen bir hukuki hakları da bulunmaktaydı.

Buradaki temel sorun aslında bugüne özgün değil. Türkiye 1923 yılında çok keskin bir dönüşüm yaşadı ve pek tabii bunun sancılarını yaşamamak imkansızdı. Laik Devlet ile dindar halkı bir potada eritemiyor bu ülke maalesef.

Kazanılan seçimler, temizlenen devlet kadroları ve yerine yerleşmeler derken Recep Tayyip Erdoğan’dan beklenmeyen bir çıkış geldi Davos’ta!

Meşhur One Munite olayı…
Bugünlerde çoğu kişi bu sürecin dershanelerin dönüştürülmesi ile başladığını düşünüyor. Bu sürecin başlangıcı bana göre One Munite olayıdır!
Nasıl oldu bilmiyorum ama Recep Tayyip Erdoğan birden bire çıkardığı gömleği ve onun temsil ettiği anti- semitizm politikasını hatırladı. İşte tüm dengeleri değiştiren hamlede bu oldu. Recep Tayyip Erdoğan ve Cemaat ilk defa görüş ayrılığına düşüyorlardı. Cemaat yukarıda da bahsettiğim gibi ılımlı İslam politikasının devam etmesinden yanayken AKP cephesinde bir şeyler değişmişti. Asıl irdelenmesi gereken konu da budur bana göre.

Ne oldu da AKP değişti?
Benim düşünceme göre AKP en başından beri Cemaati bir sıçrama tahtası olarak kullanmak istedi ve kullandı da. Ardı ardına gelen seçim zaferleriyle birlikte halk desteğini arkasına alan Recep Tayyip Erdoğan adeta üzerine çelikten bir zırh giydi. Artık tek başına da ayakta durabileceğine inanmaya başlamıştı. Tek adam olma hırsı bütün süreci günümüze kadar taşıdı.

2010 yılında Meşhur Mavi Marmara olayı aslında iplerin aslında ne kadar önce koptuğunun kanıtı niteliğindeydi. Bunu bugünlerde İHH derneğine yapılan operasyonlardan da rahatça anlayabiliriz. İHH derneği bir AKP organizasyonu olarak yapılandırıldı ve bile bile, isteyerek Gazze’ye gönderildi. Tahmin edebileceğiniz üzere Cemaat bu konuda destekçi olmadı. Artık farklı dünyaların insanları oldukları tescillenmişti.

2011 yılında Türkiye “Oslo Görüşmeleri” ile adeta sarsıldı.
Tarihte ilk defa bir Türkiye Cumhuriyet’İ hükumeti bir terör örgütü olan PKK ile masaya oturup, barış müzakerelerinde bulundu. Biz bunu 2011 yılında öğrendik ancak görüşmeler 2 yıl öncesine yani 2009 yılına aitti. Peki bu görüşmeleri kim sızdırdı?

Evet AKP’nin kendi başına yaptığı ilk iş bu Oslo görüşmeleriydi. Bu görüşmelerin ortaya çıkması ise hiç şüphesiz bir gözdağı niteliğindeydi. Cemaat AKP’ye ilk uyarısını bu şekilde yapmış oldu. Artık geri dönülemez noktaya geliniyordu.

Cemaat hükumetin kendisinden habersiz başlattığı açılım sürecine ve görüşmelere KCK tutklamalarıyla karşılık veriyor ve hükumete mesajını çok sert bir şekilde iletmiş oluyordu: “Yürütme senin olabilir ama Yargı artık benim!”

2012 Şubat ayında Türkiye bir anda Mit ile savcıların köşe kapamacasına şahit oldu. Cemaat Oslo görüşmelerinin faturasını Mit müsteşarı Hakan Fidan’a kesmiş ancak Başbakan Erdoğan’ın karşı hamlesiyle Hakan Fidan sorgulanamamıştı. Artık açıktan kavga etmeye başlamışlardı.
Bir süre boyunca didişme alt kademelerde devam etti ancak hiç beklenmedik bir şey oldu!

27 Mayıs 2013 Taksim Gezi Parkı olayları!
Bu konuyu ayrı bir yazıda irdeleyeceğim için kısaca geçeceğim. Bizzat içinde bulunduğum için kesinlikle dış güçler, komplo gibi saçmalıkları kabul etmiyorum! Gezi Parkı olayları gündemden ve her türlü ilişkiden bağımsız bir tepki patlamasıydı. Ben hiçbir dış gücün etkisiyle gitmedim oraya arkadaşlar! Ben boğulduğumu, yaşayamadığımı hissettiğim için gittim oraya başka bir şey için değil…

Yalnız AKP bu olaydan kendisine yeni bir düşman daha yaratmış ve bütün olayları dış, küresel güçlere bağlamıştı. Belki de bilerek yaptılar ki bu denli orantısız müdahalenin olayları bitirmekten çok alevlendireceğinin farkında olmayacak kadar salak değillerdir. Anlayacağınız yine mağdurdular!

Ve dershaneler olayı: İnsan kaynağına darbe!
Benim yaşıtlarımda olanların pek çoğu hayatında en az bir kere Cemaatin idare ettiği bizim “abiler” dediğimiz eve gitmiştir. İşte Cemaatin en büyük kaynağı bu evlere gidip ideolojiyi yiyen kişilerdi. Bu evler ve bu evlere öğrenci yönlendiren dershaneler tam bir uyum içerisindeydi. Dershanelerin kapatılması demek ekonomik yönden büyük darbe olacağı gibi daha da büyük darbeyi bahsettiğim bu çarka vuruyordu. AKP bütün baskılara rağmen şu günlerde dahil dershaneler konusunda geri adım atmadı. Bu hamleyle hem ekonomik hem de kaynak açısından cemaate “seni bitireceğim” demiş oldular.

17 Aralık 2013 Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu!
Cemaatin, hükumetin dershaneler hamlesine yanıtı inanılmaz derecede sert oldu. Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir operasyon yapıldı. Yolsuzluğun boyutu inanılmaz boyutlardaydı. Yolsuzluğun içerisinde yer alanlar ise çok daha önemliydi. Tam 4 bakan ve oğullarının adı yolsuzluğa karışmış, yolsuzluk şemaları akıl almaz derecede karmaşık şekilde dizayn edilmişti. Yolsuzluğun şemasının analizini araştırırsanız bulabilirsiniz.

Bu tarihten bugüne kadar geçen sürece yetişmek neredeyse imkansız. Yazının en başında da belirttiğim gibi normal şartlarda 5 senelik olaylar topluluğu bu 1 aya sığdı ve devam da ediyor.

Bu kısmını tek tek analiz etmek en az bir bu kadar daha alacağından kronolojisini içeren bir link paylaşacağım.


Yolsuzluğun kapatılmasına yönelik hamleler, emniyetteki görev değişimleri, HSYK düzenlemeleri, savcının görevini yerine getirmeyen polisler, başkalarından görev alan savcılar vs. vs. Kısacası aslında bugüne kadar aslında zaten olmayan hukuk kavramı hiç bu kadar yok olmamıştı. Cümle yanlış değil demek istediğim aynen bu. Zaten yoktu ama şimdi hiç yok…

Son bir değinmek istediğim konu da HSYK düzenlemesi! Hiç öyle uzun uzadıya eleştirmeyeceğim. Bizim burada “Avrupa’da da öyle!” gibi dünyanın en saçma savunma ve kabul ettirme mekanizması var! İçki düzenlemesi yapılır “ama Avrupa’da da öyle!” denir, x düzenlemesi yapılır “ama Avrupa’da da öyle” denir. 

En son bu HSYK içinde böyle deniliyor. Yahu denilmesine deniliyor da o Avrupa’da bakanın karısı 60 tl değerindeki alış verişini bakanlığa fatura ettiği için bakan istifa ediyor, süper marketin çatısı çöküp insanlar ölünce başbakan istifa ediyor! Senin gibi utanmaz, arlanmaz, katil değiller yani! Sen önce oranın medeniyet seviyesine ulaş ondan sonra oraya göre yaşamaya başlarsın!

Bu arada AKP için en büyük şans PKK ile yaptığı barış oldu. Hobi olarak molotof atan PKK ve sempatizanları normal şartlarda bu kaos ortamında ortalığı yangın yerine çevirebilirdi. Gelecek 10-20 şehit haberi bütün bu olayların üzerine hükumeti çok zor durumda bırakabilirdi.

Bundan sonra ne olur?
Ben ülkeden kaçmayı düşünüyorum. Size de tavsiyem kaçın! 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde de AKP kesin bir zafer kazanırsa çok kişinin kellesi gider Daver!

Not: İnsanlar bu olayları anlatan yüzlerce sayfalık kitaplar yazıyorlar. Ben burada 5-6 sayfaya sığdırmaya çalışıyorum ki bu işin uzmanı da değilim. Sadece olayların bana yansıyan şeklini anlatmaya çalıştım.

Not 2: 17 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu ele alan geniş çaplı bir yazıyı da önümüzdeki günlerde yazacağım. Bu yazı sadece sürecin öncesini ele almıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder